Koşuyorum; karanlık bir gecede uzun, ince gövdeli ağaçların arasından olabildiğince hızlı bir şekilde ilerliyorum. Arkamda nelerin olduğundan habersizim, en azından şimdilik. Arkadam dönüp geriye bakmak ise imkansız gibi geliyor. Döndüğümde kactığım şeyin beni yakalamasından korkuyorum, hatta korkmuyor, bunu biliyorum; hiddetlenen, hızlanan bir arzuyu içimde hissedebiliyorum.

Ay ışığı yolumu aydınlatan tek ışık kaynağı; aydınlatamadığı yerleri aklımda hızlıca tahmin edip yoluma devam etmeye calısıyorum. Arada sırada -ne kadar sıklıkta olduğundan emin değilim- benimle birlikte koşan birilerini görür gibi oluyorum. Her iki tarafıma da hızlıca kafamı çevirdiğimde gözüme hiçbir şey ilişmiyor, fakat ileriye baktığım esnada gözlerimin ucuyla her iki tarafımda da solgun, şeffaf suretler şeçiyorum. Her ne kadar bir yandan kafamı kurcalasa da yoluma devam etmek en mantıklısı gibi geliyor.

Arada sırada zamanı bir anlığına durdurabiliyormuşum gibi geliyor. Saniyeler dakikalar, dakikalar ise saatler olabiliyor. Kritik bir kararı doğru verebilmem için zaman bana ayrıcalık tanıyor. Peşimdekileri düşünmeden, ileriyi düşünmeden, sadece bulunduğum ana konsantre olabiliyorum ve olduğum zaman da onu istediğim gibi kullanabiliyorum. Fakat onu kullandığım zaman icerisinde kararları ben vermiyorum; zamanı durdurmak benim elimde, fakat durdurduktan sonra olacaklar oluyor, ve her ne kadar bunlar cogunlukla benim isteyeceğim sekilde gelişse de bunları ben yapmıyorum. Kimin yaptığından da tam olarak emin değilim, sanki bilinçaltı kontrolü devralıyor, tıpkı bir rüyadaki gibi.

Bunları düşünürken izlediğim yol hafifçe dikleşmeye başlıyor, yavaş yavaş bir yokuş halini alıyor. İlerlemem güçleşiyor, arada kaymaya, yalpalamaya başlıyorum. Her ne kadar zorlansam da ilerlemek için güçlükle uğraşıyorum. Nereye kadar süreceğini bilemesem de, bu yolun bitmesini istiyorum. Anlayamadığım bir şekilde –sebebini bir türlü kestiremiyorum- içimde bir huzursuzluk, panik, umutsuzluk var; ve bunu sonlandırmayı herşeyden çok istiyorum. Adlandıramadığım bir hedef için herşeyimi vermeye hazırım, ve bunun için koşuyorum. Üstünde az biraz daha düşündükçe isteğimin en anlamlı tanımlaması geliyor akla; huzur. O anda hissedemediğim -belki daha önceleri bile hissedemediğim- bir huzuru tatmak istiyorum. Tam olarak nasıl olacağını bilemesem de, iyi, güzel, saf, eşşiz bir his olacağını düşünmek bile beni uğruna savaşmaya çağırıyor. Hayatımda hiç hissetmediğim bir arzuyla kendisini bana sunuyor; ve ben uğruna her şeyi -sahip olduklarımı, arkadaşlarımı, sevgili kardeş ve ağabilerimi, anne ve babamı, ve hatta yaşamımı- vermeye hazırım.

Biraz daha süre geçince yol iyice dikleşiyor, artık o kadar oluyor ki bu ana kadar ilerlerken bana yardımcı olan asamı sırtıma asmam gerekiyor, ellerimle önümdeki iri taşlara tutunmamı, kendimi yukarıya çekmemi gerektiriyor. Kafamı kaldırdığımda tepenin ucunun o kadar da uzak olmadığını görebiliyorum, artan bir moralle yoluma daha fazla dikkat etmeye çalışıyorum. Tırmanmak düşündüğümden zor geliyor. Kendimi büyü sanatına adadığımdan beri özen göstermediğim, ve bunun sonucu olarak da zayıflaşan bedenimi içinde bulunduğum zor koşullar çok çabuk bir şekilde yoruyor. Kardeşlerimle boğuşurken, kılıç antremanları yaptıklarında onlara yardım ederken normal bir insana göre güçlenen kaslarımın taşlı, dik tepede yorgunlukla yandığını hissedebiliyorum. Tüm acıya rağmen, adım adım yaklaşan tepeye gözlerimi ayırmadan bakıyorum. Yavaş yavaş yükseldikçe içimi bir heyecan, bir merak kaplıyor. Sonunda zirveye varıyorum ve başımı uzatarak güçlükle ileriye bakıyorum.

Kara Şafak!

Bir anda ne dediğimi bilmeden, düşünemeden ağzımdan fırlıyor. Daha sonra hatırlamaya çalışsam da ne dediğimi hatırlayamıyorum. Kapkara bir daire yavaşça engin teplerin ardından yükseliyor. Tıpkı bir gün doğumunda güneşin etrafa aydınlık saçması gibi büyük bir karanlık halinde - etrafı gölgeler içinde bırakarak- gök yüzünü kaplıyor...

Okumaya devam etmek icin tiklayin